Akdeniz Oyunları'ndan sonra ilk resmi maçta, Pire'de komşumuzla kazasız belasız, 90 dakikayı atlattık, geçmiş olsun. Ülkücü cenahın, durumdan vazife, sanki 6-7 Eylül trajedisinin yıldönümünü 'kutlarmış” gibi, Patrikhane'nin kapısına çullanma provokasyonu bile “istenmeyen olaylara” vesile olmadı. Bu arada, hiç dikkat ettiniz mi bilmem ama, ulusal takımlar düzeyinde olsun, klüpler düzeyinde olsun, Türkiye ve Yunanistan takımlarının karşılaşma(ma)ları seyri pek ilginçtir. Özellikle, klüpler düzeyinde, kura vesilesiyle cümle alemle karşılaşan memleket takımları, nedense yakın ve “yakınlaşılan” döneme kadar, bir türlü birbirleri ile karşılaşamıyorlardı. Neden mi? Cevap dünkü maçı izlerken, bir arkadaşın dediğinde saklı: “Avrupa'lılar bu meselede bizden daha hassas. Hatta o kadar ki, yıllar yılı kura seçimlerinde işi hiç 'şans'a bırakmadılar!”
Velhasıl, deprem sonrası itidalli seyir devam ediyor. Maçtan önce (son dönemlerdeki bütün futbol müsabakalarında olduğu gibi), Mehmet Ali Birand maçı “manşet”lemiş, onunla bununla konuşuyor. Ama en önemli konuk, uzun zamandır sesi soluğu çıkmayan Lefter Küçükandonyadis. Tüm efendiliği ile, maça dair yorumunu yaparken Yunanistan takımından ''onlar'', Türkiye’den ''bizimkiler'' diye bahsediyor. İşte bir garip tasvirdir, Ege'nin iki yakasına sıkışmış bu ulus-devlet orta oyunu. Hepimizin boyunu aşıyor, bu iç içe geçmişliğin hikâyesi yazmak. En çok da vicdanlarımızın boyunu aşıyor, maçtan 2 gün önce 6-7 Eylül olaylarını hatırlamak. Bu arada kalecileri Nikopolidis'in kökeni de Trabzon'a dayanıyormuş. Belki de daha nicelerinin kökenleri, nicelerimizin kökenleri nerelere dayanıyor? Ve bir komik gürültüdür kopuyor, Ege'de on yıllardır...
Maça dönelim: Yunan seyircisi bir garipti. Hiç de öyle alışılageldik geleneksel klüp taraftarı baskısını kuramadılar. Aynı bizim İngiltere maçı halimiz. Gerginliğimizin tonu bile aynı. Hemen boğazımız düğümleniyor. Bu tip maçlarda görülen politik içerikli pankartların da esamisi okunmuyordu. Anlaşılan güvenlik sağlam tutulmuş. Ulusal marş bile alkışlarla karşılandı. Sahanın içi de dışı gibi sakindi. Tüm muhataplar derslerine iyi çalışmış. Hoş ben içeri bir şekilde, “Haluk Ulusoy” pankartının sokulacağını düşünmüştüm ama tahminim çıkmadı. Ne alaka demeyin, Trabzon'daki etkisi ortada. Allah’tan Yunan seyircisi bu negatif etkiyi fark etmedi!
Herkes dersini bu kadar iyi çalışmışken, maçı TV'den anlatan spiker, sanki Reha Muhtar'ın Atina'dan bildiren genç hali. Hakem üzerinden, adalet savaşçılığı yapıyor. Bir çok şey var söyleyecek, ama tek cümle aktaralım. ''Serkan hakeme ders verir gibi, topsuz alanda pozisyonu anlatıyor..'' E be mübarek, birileri de sana bir anlatsa, bu maç nasıl anlatılırdı. Yok, yok her şey değişiyor, bizim bu spikerler zerre değişmiyor.
Stat da pek bir güzelmiş, imrendik. Lakin, kameranın durduğu yer öyle bir garipti ki, tüm millet olarak kahvehanede maç izleyen insanlar gibiydik. Ha bire önümüzden biri geçiyor, her Yunan atağında birileri cart diye ayağa kalkıyor, sahayı görmemizi engelliyordu. Yani bu millete her şey yapılır da, böyle kahvehane müdavimi muamelesi yapılmaz. Sözümüz spikere; hakeme takacağına önündeki adama iki kelam etseydin bari. ''Hemşerim çöksene, Türk halkı maçı göremiyor!'' diye. Nasıl olsa onun da kökenleri kesin buradan bir yerlere dayanıyordur. Belki akraba da çıkardınız. Böylece, senin de kardeşlik damarın gelişirdi az biraz.
(Kâr amacı gütmemek şartı ile bu yazının tüm hakları, yazarını ve ilk yayınlandığı yayını belirtmek kaydıyla kullanmak isteyene aittir...)